Ege'de Gölge Çatışmalar

Analiz

Gözler Ukrayna'daki savaşa çevrilmişken, Doğu Akdeniz‘de Türkiye-Yunanistan arasında çözülemeyen adalar meselesi bir kez daha gündemde. Yeniden alevlenmekte olan bu sürecin tarihi gelişimine baktığımızda ise ne bu gerilimin ne de altında yatan siyasi hesapların yeni olmadığını görüyoruz.

Yunanistan ve Türkiye arasındaki temel gerilim hatlarını anlamak istiyorsanız mutfağa bakmanızı öneririm. "Kalbe giden yol mideden geçer" sözünün aksine, iki ülke arasında dolma, sarma ve baklava gibi yiyeceklerin köküne dair on yıllardır gayriresmî bir mücadele sürüyor. Özellikle sosyal medya çağında oldukça eğlenceli haller alan bu tartışmaların asıl ilginç yanı ise, önemli bir siyasi niteliğe sahip olmaları – çünkü yemek üzerinden şekillenen bu tartışmaların özünde Türk-Yunan ilişkilerinin temel aldığı genel bir paradoks yatmakta.

Son yüzyılda Atina ve Ankara arasındaki anlaşmazlıkların neredeyse tamamı, farklı mülkiyet iddialarına dayanmaktadır. Bunlar ister mutfak ister kültür, isterse de son zamanlarda olduğu gibi Ege'deki egemenlik hakları üzerine inşa edilmiş olsun, meselenin özünde, itici gücü farklılıklardan çok ortaklıklara dayanan bölüşüm sorunları olduğu açık. Belki bu olgudan yola çıkarak Ege’deki mevcut siyasi gelişmelere alternatif bir bakış geliştirmemiz mümkün olacaktır. Elbette bunu yaparken Ege'nin her iki yakasını da birbirine bağlayan tarihsel ortaklıklara ve siyasi pratiklere ışık tutmuş olacağız.

Türk-Yunan ilişkilerinde tarihsel yol bağımlılıklarının rolü

İstanbul doğumlu tarihçi Stefanos Yerasimos, 1973 yılında Sorbonne Üniversitesi'ne sunduğu "Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye" başlıklı doktora tezinde Konstantinopolis'in 1453'teki fethiyle birlikte Bizans İmparatorluğu'nun hukuki anlamda son bulmuş olmasına rağmen, Doğu Roma devlet bürokrasisinin Osmanlılar tarafından tamamen adapte edilmesiyle fiilen devam ettiğine işaret eder. Bu gelişimin belki en sembolik örneği, bundan böyle Kayzeri-i Rum unvanını kullanan Fatih Sultan Mehmet’in iktidar iddiasıdır.

Bu bağlamda – 19'uncu yüzyılda milliyetçi akımların ortaya çıkmasına kadar – Yunan ve Türk kültürü arasında eşine az rastlanan bir etkileşim süreci yaşanır. Son Bizans imparatoru Konstantin XI'in yeğeni Mesih Paşa gibi kişilerin Sadrazamlık makamına kadar yükselirken, Batı Anadolu ve Rumeli'de Yunan, Türk, Fars ve Arap kültürleri birbirine karışıp harmanlandı. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemine varıldığında ise bu kültürel melezleşmenin bir sonucu olarak dini aidiyet Rum’u Türk’ten ayıran son etkenlerden biri haline geldi.[1] 

1821'den itibaren, Fenerli bir Rum olan Aleksandro İpsilanti önderliğinde gelişen Yunan İsyanının patlak vermesiyle çok uluslu Osmanlı Devleti’nin sonuna yaklaşılıyordu. Bu bağlamda 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığıyla birlikte Türk-Yunan ayrımı da keskinleşmekte ve dönemin siyasi söylemlerince içselleştirilmekteydi. Bu esnada bilhassa İttihatçı çevrelerde “Yunan bizi arkadan vurdu” anlatısı güç kazanırken, Yunanistan’da yaratılmakta olan yeni ulusal bilinç kendini Osmanlı geçmişinden soyutlama çabası içeriyordu. Her iki ülkede de boy gösteren bu anlatısal kırılmalar ve akabinde geliştirilen milliyetçi söylemler, nihayetinde ‘ortak miras’ algısını baltalayıp daha sonra Türk-Yunan ilişkilerin temel bir unsurunu oluşturacak olan kalıtsal bir düşmanlığın başlangıç noktaları haline geldiler.

Türkiye-Yunanistan Kader Ortaklığı

Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesi Türk-Yunan ilişkileri için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu dönem ne kadar çatışmalı da olsa yeni bir kader ortaklığına gebeydi. 1919’ta Anadolu’da başlayan Yunan İşgali, daha önce dağınık bir yapıya sahip olan Türk Ulusal Hareketini Mustafa Kemal önderliğinde birleştiren unsur haline geldi. Yunanların ‘Megali İdea’ – Büyük Yunanistan – hedefi doğrultusunda başlattıkları ve 9 Eylül 1922'de İzmir'in Kurtuluşuyla ‘Küçük Asya Felaketi’ne dönüşen askeri girişim böylece Anadolu Türk İhtilali’nin ve daha sonra şekillenecek olan modern Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde önemli bir yer edinecekti.

Her ne kadar 11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Ateşkes Antlaşması ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile iki devlet arasındaki toprak sorunları büyük ölçüde çözüme bağlansa da yeniden kurulmakta olan Türkiye-Yunanistan ilişkileri temel siyasi anlaşmazlıklar içeriyordu. Bu bağlamda en önemli hususlardan biri, 1914'ten beri Büyük Britanya tarafından ilhak edilmiş olan Kıbrıs adasının statüsüdür. Yaklaşık iki milyon insanın zorunlu göçüyle sonuçlanan 1923 nüfus mübadelesinden sonra Kıbrıs, Türklerin ve Yunanların geniş kapsamda birlikte yaşamaya devam ettiği son bölgeyi teşkil ediyordu ve dolayısıyla iki ülkenin de dikkatleri adaya yöneldi. Soğuk Savaşın ilk yıllarında Ankara ve Atina hattında belli bir siyasi yakınlaşma olmuşsa da (her iki ülkenin de 1952'de NATO'ya katılması, 1954'te Balkan Paktı'nın imzalanması), Kıbrıs sorunu 1963-64 senelerinde yaşanan ve 364 Kıbrıs Türk'ü ile 174 Kıbrıs Rum'unun ölümüne yol açan iç çatışmaların seyrinde iki devlet arasında temel bir çarpışma noktasına dönüştü. 

15 Temmuz 1974'te Atina'daki askeri cuntayı arkasına alan Yunanistan'a ilhak (Enosis) taraftarlarının Makarios’u devirmesiyle, dönemin Ecevit Hükümeti tam beş gün sonra Kıbrıs Harekatı’nı başlattı. Türk Ordusunun adanın yüzde 37’si üzerinde hakimiyet sağlaması sahada yeni siyasi gerçeklikler yaratırken, harekâtın askeri gidişatından ziyade uluslararası siyasi getirileri belirleyici oldu. Askeri müdahalenin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi tarafından ‘işgal’ olarak nitelendirilmesi bu bağlamda Türkiye için senelerce sürecek büyük diplomatik sıkıntılara yol açtı. Yunanistan'da ise Kıbrıs’ta yaşanan fiili yenilgi Atina'daki cuntanın çökmesine ve ülkenin Başbakan Karamanlis yönetimindeki demokratik dönüşüm sürecine girmesiyle sonuçlandı.

Dış politik gerilimlerin iç politik hesapları  

Kıbrıs krizi sonrası Türkiye-Yunanistan ilişkileri kısmi bir rahatlama dönemine girdi. Bunun temel nedeni ise, dış politik çekimserliklerden ziyade, iki ülkenin de içine sürüklendiği iç siyasi istikrarsızlıklardı. Yunanistan‘ın yedi yıl süren Albaylar Cuntası’nın geride bıraktığı siyasi yükü üzerinden atmaya çalıştığı bu süreçte, Türkiye 1978 senesi itibariyle alevlenmekte olan sağ-sol çatışmasının kıskacına girmişti. Türkiye, 12 Eylül sabahı yürüyen tanklarla demokrasi tarihinin belki de en ağır darbesini yerken, Yunanistan siyaseti neredeyse tüm dikkatini AB üyelik sürecine yöneltmişti. Ege bu dönem içeresinde – her iki ülkede de radikal milliyetçi söylemlerin ve düşmanlık anlatılarının sürmüş olmasını bir kenarı bırakırsak – belki en sakin günlerini yaşıyordu. 1990’ların ortasından itibarense siyasi söylemlerdeki gerilimin artmasıyla birlikte Doğu Akdeniz suları da ısınacaktı.

25 Aralık 1995'te Türk kargo gemisi Figen Akat‘ın Bodrum yakınlarında bulunan Kardak kayalıklarına oturmasından yaklaşık bir ay sonra 15 Yunan ve 18 Türk savaş gemisi 0,04 kilometrekarelik ikiz adalarının etrafında karşı karşıya geldi. Ancak dönemin ABD ve NATO Başkanlarının müdahalesiyle önlenebilen sıcak çatışma Türkiye ve Yunanistan arasındaki suların aslında hiçbir zaman durulmadığını göstermektedir. Kardak krizi bu anlamda Ege'de patlamaya hazır çatışma potansiyelinin bir sembolü olmakla birlikte, iki devlet arasındaki gerilimlerin iç siyasi dinamiklere alet edilmesinin de bir göstergesidir. Kardak meselesi dönemin Çiller hükümeti dahil olmak üzere birçok hükümet tarafından 1990’lı yıllar boyunca ne zaman faili meçhul cinayetler, devlet-mafya ilişkisi ve benzeri iç siyasi skandallar patlak verse gündeme getirilmiş ve kamuoyunun dikkati Türk-Yunan çatışması söylemi vasıtasıyla dağıtılmıştır. Öte yandan Yunanistan'da bu kriz, sağcı siyasi çevreler tarafından Türkiye'ye karşı toprak taleplerini dile getirmek amacıyla bugüne kadar sıkça kullanılmakta ve Türkiye karşıtı birçok söylemin temel referans noktasını teşkil etmektedir.

Sadece Kardak krizi değil, 1995 itibariyle Ege’de meydana gelen bütün dış politik gerilimleri göz önünde bulundurduğumuzda, bunların her iki ülkenin iç siyasi söylemlerinde stratejik anlamda kullanıldıklarını görebiliriz. Bu bağlamda Yunanistan Başbakanı Mitsotakis'in 17 Mayıs'ta ABD Kongresi'nde yaptığı konuşması gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da Atina’ya yönelik son uyarıları[2] iç siyasi gelişmeler ışığında ele almamız gerekir. Örneğin AKP hükümeti mevcut ekonomik krizin de etkisi ile son anketlere göre sert bir oy düşüşü yaşıyor. Öte yandan Mitsotakis hükümeti gazeteci Giorgos Karaivaz'ın öldürülmesinden bu yana muhalefet tarafından topa tutulmuş durumda. En son Atina’daki sert kar yağışı ve hükümetin krizi yönetmedeki başarısızlığı gerekçesiyle muhalefetteki Syriza’nın talebiyle, Miçotakis hükümetine güven oylaması yapılmıştı. Bu anlamda, her iki ülkede de dış siyasi gerilimlerdeki mevcut artışın iç siyasi hedefler doğrultusunda kullanılması ihtimal dahilinde ve geçerli bir siyasi seçenek gibi görünmektedir.

East-Med Mavi Vatan'a karşı

Bununla birlikte, iç siyaset kaynaklı gerilimlerden çok, bölgenin artan jeopolitik önemi mevcut gerginliklerin kökleşmesi tehlikesini doğuruyor. Bu konuyu ele alan tartışmalar esnasında çokça işaret edilen iki proje var: Eastern Mediterranean pipeline (East-Med) Projesi ve Mavi Vatan Doktrini. Her iki yaklaşım da Ege’deki siyasi dengeleri bozabilecek niteliğe sahip olmalarıyla bölgesel ve uluslararası aktörlerin dikkatini üzerine çekmekte. Böylece Mısır ve İsrail doğalgazını Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden İtalya'ya ve dolayısıyla AB'ye taşıyacak olan East-Med boru hattı projesi kapsamında son aylarda önemli gelişmeler yaşandı. İlk olarak bu yılın Ocak ayında, Washington kısa bir bilgilendirmeyle daha önce desteklediği projeye daha fazla yardımda bulunmayacağını bildirdi, Alman hükümeti ise Haziran ayında ‘hem ekonomik hem de iklim politikası açısından kısmen tartışmalı olan’ boru hattının inşasını desteklemediğini açıkladı. Her iki açıklamada da iklimsel ve ekonomik nedenler öne sürülse de Ukrayna savaşı ve NATO’ya yönelik artan baskı karşısında, ABD’nin ve Almanya’nın projeden geri çekilmesinin Türkiye’ye yönelik bir siyasi jest olarak algılanması mümkün.

Türkiye'ye yönelik yatıştırma politikasının bir diğer nedeni ise Ankara'nın Akdeniz'de artan askeri ve ekonomik kaygıları etrafında şekillenen ‘Mavi Vatan’ Doktrini. İlk kez 2015 yılında eski Tuğamiral Cihat Yaycı tarafından Türkiye'nin denizcilik alanındaki askeri ve ekonomik etkinliğini genişletmek amacıyla tasarlanan uzun vadeli bu strateji, 2019 senesinden beri AKP tarafından benimsenmiş ve hükümetin dış ve bilhassa iç politik söylemlerinde önemli bir yer edinmiştir. Enteresan olan ise, AKP’nin ortaya koyduğu bu yeni söylemin daha önceki Ege’ye yönelik yaklaşımlarıyla kökten çatışması. Zira birkaç yıl öncesine kadar, Doğu Akdeniz’deki gerilimi azaltıcı tutumuyla Türk-Yunan ilişkilerinin sözde normalleşmesine katkıda bulunan AKP'nin ta kendisiydi. Bu esnada 2004 senesinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Atina ziyareti sırasında Ege'deki askeri harcamaların azaltılacağını açıkladığı için muhalefet tarafından hedef alınmıştı. Ancak geriye dönüp bakıldığında, AKP'nin daha önce Yunanistan’a yönelik sergilediği ılımlı tutumun, iyi komşuluk ilişkilerinden ziyade, Ordu içeresinde iktidara muhalif grupları hedef aldığını varsayabiliriz. Bu perspektif, diğer genlişmeler yanı sıra, 2007'den itibaren Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında ordunun bir kısmına karşı başlatılan ve zamanında AKP tarafından en azından hoşgörüyle karşılanan yasal işlemlerde de görülebilir. Her iki dava da bugün hükümet tarafından birer FETÖ kumpası olarak kabul edilse de askeri yapı içinde hükümete karşı direncin kırılmasına yardımcı olmuşlardır.

Bir Türk-Yunan Agonizması

Ege'deki gerilimler ister iç siyasi ihtiyaçlar için kullanılmaya devam etsin isterse doktriner bir konsolidasyona uğrasın, Türkiye ve Yunanistan'ın gelecekte de uzlaşmacı çözümlere ihtiyaç duyacağı gerçeği tartışmasızdır. Bu gerçeklikten yola çıkarak, yakın zamanda vefat eden ve Türk-Yunan dostluğu için çokça çaba sarf etmiş besteci ve yazar Mikis Theodorakis’in, Ağustos 2019'da Ta Nea gazetesinde yazdığı şu sözleri hatırlatmakta fayda var: “Doğu Akdeniz'deki zenginlik Türkiye'yi rakip olmaktan çıkarıp, partnere dönüştürmeye çabalamamıza değecek […]. Yabancı şirketler ve ABD filosu gelip geçicidir, Türkiye ile olan komşuluk ise değişmeyen bir gerçektir.”

Bu bağlamda, Yunanistan ve Türkiye arasındaki siyasi husumetlerin çözülebilir olmamakla birlikte illa ki siyasi ve/veya askeri bir çatışmayı gerektirmediğini kabul etmek önemlidir. Belki de bu nedenle iki devlet arasındaki temel gerilimi, bir antagonizmadan ziyade bir agonizma çerçevesinde değerlendirmemiz gerekir – yani iki düşman arasında değil de iki rakip arasında gelişen bir mücadele. Sonuçta baklava ve sarma gibi Ege Suları da ilk ülke halkının ortak bir mirasıdır.

 

[1] Bu durum, 1923'teki Türk-Yunan mübadelesi ile gerçekleşen zorunlu göç açısından da önemli görünmektedir. Tarihçi İlber Ortaylı‘nın da belirtiği gibi, Türkçe konuşan Hıristiyanların ve Rumca konuşan Müslümanların iskân sonrası yaşadıkları zorunluklar ne Yunan ne de Türk mercileri tarafından kayda alınmamıştır. Son senelerde farklı çevrelerce konu edilmeye başlanılan bu tarihi süreç, Çağan Irmak'ın "Dedemin İnsanları" filminde de ele alınmaktadır.

[2] Cumhurbaşkanı Erdoğan en son haziran ayı başında Efes-2022 Birleşik Müşterek Fiili Atışlı Arazi Tatbikatı esnasında Atina’yı ‘Aklını başına alması konusunda ikaz ediyoruz’ sözleriyle uyarmıştı.